William Keepin ( Ph.D.)
Kutsal ve Seküler Bilimleri Birleştirmek
Bu makalenin orijinali Mountain Astrologer dergisinin Ağustos-Eylül 1995 sayısında yayınlanmıştır ve yazarın da izni alınarak editörün bazı güncellemeleri ile yeniden yayınlanmıştır.
Bu sunum San Rafael, Kaliforniya’da, 8-10 Ekim 1994’te Isis Enstitüsü sponsorluğunda düzenlenen Döngüler ve Semboller Konferansı’nda matematiksel fizikçi William Keepin tarafından yapılmıştır. Konuşmasında, fizikteki son teorilerin, özellikle David Bohm’un çalışmasının, astrolojinin işleyişini kavramak konusunda nasıl yardımcı olduğunu açıklıyor. William Keepin, astrolojinin diğer fiziksel bilimlerle birleşerek, bugünkünden daha kapsamlı ve derin bilimsel bir sentezin eş-yaratıcısı olacağına inanıyor.
Giriş – Robert Hand
Bundan birkaç yıl önce Astrolabe’de kişisel olarak konuşma fırsatı bulduğum William Keepin bu sabahki ilk konuşmacımız. Bu konuşma benim şimdiye kadar yaptığım en etkileyici konuşmalardan biriydi. Temel olarak burada dönüştürücü bir deneyim söz konusu. William Fizik’te doktora (Ph.D) derecesine sahip, modern fiziğe birçok önemli katkıda bulunmuş bir fizikçi. Diğer bir deyişle, William sadece fizikte önemli başarılara sahip bir fizikçi değil aynı zamanda metafiziğe de ilgi duymuş birisi. Kendisi, metafizik alanına da girmeye karar vermiş ve şimdi ruhaniyetin çevresel faktörlerle olan ilişkisini araştırıyor. Bu tabii ki tam olarak fizik departmanında öğretilen bir konu değil fakat modern fizik birçok farklı konuya kayarak gittikçe farklı ve tuhaf bir hal almaya başladı. William, sınırları aşmaya karar vererek, modern toplumun ‘tuhaf’ insanları arasına katılmaya karar vermiş birçok insandan biri. Şimdi sözü Will’e bırakıyorum.
William Keepin
Öncelikle bu muhteşem giriş için teşekkür ederim. Çalışmalarımın dönüştürücü bulunması harika. Aslında 6 sene öncesine kadar bir astroloji konferansında astroloji hakkında konuşma yapacağım aklıma bile gelmezdi. Ben matematiksel fizik alanında bir bilim adamı olmak üzere eğitim aldım. Her ne kadar bilincin genişlemesi, Nirvana, Shunyata gibi bazı Budist kavramlara her zaman açık olsam da, en son ilgi duyduğum konu astrolojiydi. Bu oldukça ilginç bir alan çünkü hissediyorum ki önümüzdeki birkaç on yılda en büyük bilimsel açılımlardan birisi tam olarak astroloji alanında gerçekleşebilir, tabii ki nasıl bir dirençle karşılaşacağımız ise ayrı bir konu.
Bugün yapmak istediğim şey, bu olasılıkla ilgili olarak bir ana hat belirlemek. Kendi astroloji geçmişim ile ilgili ufak bir bilgi vereyim ki zaten oldukça kısa bir süredir bu konu ile ilgileniyorum. Yaklaşık 3 sene Stan Graf ile birlikte çalışma onuruna eriştim. Bu zaman zarfında, Rick Tarnas bir haftalığına geldi ve astroloji ile ilgili bir dizi sunum yaptı. Ondan sonra kendi doğum haritama çalışmaya başladım özellikle açılara ve transitlere bakıyordum ve ayrıca kendi aile üyelerimin haritalarına da baktım. Uzun lafın kısası Rick bana büyük bir anlayış ve bilgelik ile rehberlik etti. Bunun için ona minnettarım çünkü astrolojiye gerçek anlamda başlamam onun sayesindedir.
Kendi dönüşümümün tam olarak başladığı an bana çok yakın bir aile üyemin doğum haritasına bakarken oldu. Yıllarca önce psikotik bir kriz geçirdi ve ona şizofreni teşhisi kondu. Bundan sonra sürekli akıl hastanesine girip çıktığı bir süreç başladı. En sonunda bunu atlattı. Onun doğum haritasında Neptün’e kare açı yapan bir Mars-Uranüs kavuşumu var ve Merkür- Venüs kavuşumu ile Neptün arasında ise bir üçgen açı var. Bu zorlu dönemde, transit Pluto Neptün ile kavuşuyordu. Bu yüzden Mars – Uranüs kavuşumunun Neptün’e olan kare açısını da tetikliyordu. Bu transit yaşamda sadece bir kez deneyimlenebilecek bir olaya işaret ediyordu. Bu durum benim için oldukça zihin açıcı oldu ve beni astroloji ile ilgili daha fazla araştırma yapmaya itti.
Burada bulunmaktan büyük onur duyduğumu söylemek isterim. Küçük bir hikaye daha anlatmak istiyorum. Bu anlatacağım olay Robert Hand ile buluşmaya gittiğimde gerçekleşti. Oraya Rick ve ben beraber gitmiştik. Rob’un da söylediği gibi şimdiye kadar yaptığım en harika tartışmalardan biriydi. Birçok konuyu konuştuk ve sonrasında Rick ve ben konferansa gittik. Bunu Rick’e anlatmadım. Uçakta San Francisco’ya geri dönerken Rick ile konuşuyorduk ve birden aklıma bir şey geldi. Bir noktada bütün bu olanların ne anlama geldiğini kavramıştım. Sanki kafamın arkasında bir yer açılmıştı ve kozmosun benimle direkt bir iletişim halinde olduğu hissine kapıldım. O gün sadece bunun ilginç olduğunu düşündüm fakat şimdi geriye bakınca çok önemli bir an olduğunu fark ediyorum.
Bugün size anlatacağım şey bir sunumdan daha çok bir meditasyon. “Astroloji nasıl geçerli bir bilim olabilir” sorusuyla uğraştığım son 6 senedir edindiğim fikirlerin bazılarını sizinle paylaşmak istiyorum. Bu anlatacaklarım geleneksel bilimin bize söyledikleri ile çelişiyor. Öncelikle belirtmek isterim ki ana akım bilimin, astrolojiye karşı güvenilir bir kanıtı yok. Bilimsel iki argüman da, astroloji için bir kanıt olmadığını söylüyor ve bunu açıklayabilecek herhangi bir mekanizma da yok.
Fakat hiçbir kanıt olmadığı aslında doğru da değil, bunu Michael Gauquelin’in çalışmalarından dolayı biliyoruz. Eminim Gauquelin’in istatiksel çalışmasını hepiniz biliyorsunuzdur. Bugün bu konuya girmeyeceğim çünkü teorik anlayışın daha derinliklerine inmek istiyorum. Sanırım önümüzdeki 10 yılda göreceklerimiz geçerli ve bilimsel bir epistemoloji (bilgi felsefesi) olarak ciddi bir soruyu sormamıza neden olacak. Her durumda astroloji için bilimsel bir kanıt vardır.
İkinci olarak bir ‘mekanizma’ olmaması gerçeği, aslında gelişigüzel bir büyüklük sırası argümanına dayanıyor. Mesela, doğum esnasında doktorun bebeğe olan yerçekimsel etkisi, Pluto’un etkisinden daha büyüktür. Bu yüzden, eğer doktorun bebeğin ruhu ile ilgili herhangi bir bağlantısı yoksa Pluto’nun nasıl bir bağlantısı olabilir? Bu argüman dar anlamda geçerlidir fakat tek gösterdiği astrolojinin yerçekimi ile çalışmadığı gerçeğidir. Benzer argümanlar, elektromanyetik etkileşimler ve hatta nükleer etkileşimler için bile yapılabilir. Hepsinde mutlaka bir geçerlilik buluruz fakat bu, olayın gerçek doğasına dokunmaz ve alternatif açıklamaları da imkansız kılmaz.
Astroloji bizim anladığımız anlamda bilimsel gerçeklerle çelişmiyor. Geleneksel bilimin uygun gördüğü şekilde ‘kanıtlanmamış’ bazı değerlerden ayrılıyor fakat bunlar sadece gerçeğin doğasıyla ile ilgili yapılmış varsayımlardan ibarettir. Astroloji, sadece bu varsayımlar ile çelişir fakat kanıtlanmış hiçbir doğruyla çelişmez.
1975’te 186 bilim adamı tarafından imzalanmış astroloji karşıtı ünlü bir astronomik bildiri vardı. Bu bildiriyi imzalayan kişiler genellikle astroloji hakkında çok az şey biliyorlardı ya da hiçbir şey. Fakat Princeton İleri Araştırmalar Enstitüsü’nden Freeman Dyson gibi birçok kişinin bunu imzalamadığını duymak şaşırtıcıydı. Dyson imzalamayı reddetmişti çünkü bu konuyla ilgili hiçbir şey bilmiyordu ve imzalamayı reddedenlerden biri de Carl Sagan’dı. Bu konudan tam emin değilim fakat astroloji ile ilgili şöyle bir şey açıklamıştı. Açıklama astrolojinin ‘geçerli’ olmadığı değerlendirmesini çürütmek açısından önemli. Carl Sagan şöyle dedi: “Astroloji için hiçbir mekanizmanın olmaması anlaşılabilir bir önermedir fakat ikna edici değildir örneğin karaların kayması Wegener tarafından öne sürüldüğünde, herhangi bir mekanizma bilinmiyordu fakat şimdi biliyoruz ki Wegener haklıydı ve ona karşı çıkanlar haksız çıktı.” Temelde Sagan’ın demek istediği şudur: astrolojinin nasıl çalıştığının anlaşılmaması, göz ardı edilmesi gerektiği anlamına gelmez.
Percy Seymour’ un çalışmalarını biliyorsunuzdur. Seymour, The Scientific Basis of Astrology gibi, bilim ve astroloji hakkında birkaç kitap yazdı. Çalışmalarını çok iyi bilmiyorum fakat bildiğim kadarıyla, önermesinin temelinde astrolojinin bir çeşit manyetik alan etkileşimi ile çalıştığı yönündeydi.
Benim burada önereceğim şey çok daha farklı bir anlayış içeriyor. Benim görüşüme göre, astroloji, fiziksel alanda gerçekleşen herhangi bir süreçten çok daha derin ve kapsamlı. Astroloji, fizik kurallarının da ötesine geçen bir şeye sahip ve modern bilim bu yeni gelişmelerin kanıtlarını bize veriyor. Bugün tam da bunun hakkında konuşmak istiyorum. Bu gelişmeler David Bohm’un teorik çalışmaları ve doğrusal olmayan dinamikler, kaos teorisi ve fraktal (kesirli) geometri ile ilgili.
Öncelikle David Bohm’un teorik fizikteki çalışması ile başlamak istiyorum. David Bohm 1917’de doğdu. Berkeley’de Robert Oppenheimer’ın altında çalışan genç ve yetenekli bir fizikçiydi. Daha sonra Princeton’a gitti, Albert Einstein’ın meslektaşı oldu. Aslında Einstein ve onun kuantum teorisinin anlamı hakkında oldukça yoğun tartışmaları vardır. 1951’de kuantum teorisi üzerine David Bohm’un bir kitabı yayınlandı. Einstein, bu kitabın kuantum teorisi ile ilgili yazılmış en açıklayıcı kitap olduğunu söyledi. Bu ikisi arkadaş olup meraklarını birleştirdiler. McCarthy döneminde, Bohm, Oppenheimer’a karşı tanıklık yapmaya çağırıldı ve tanıklık yapmayı reddetti. Her ne kadar Oppenheimer aklansa da, Bohm Princeton’daki işini kaybetti ve ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böylelikle Einstein ile olan arkadaşlığı da tamamen sona erdi. Bohm önce Brezilya’ya gitti, sonra İsrail’e ve en sonunda çalışmalarının çoğunu gerçekleştirdiği Londra Üniversitesi’nde kaldı.
Onun fiziğe ve bilime olan katkıları genellikle çok bilinmez ve çalışmaları, bilimin ne olduğu ve ne anlama geldiği sorularına yepyeni bir bakış açısı getirir. Onun katkılarını kısaca anlatmak istiyorum.
Birincisi, Bohm’un yoğun bir şekilde üzerinde çalıştığı bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bohm, varoluşun ve doğanın gerçekliğini derinlemesine anlamak adına yoğun bir tutkuya sahipti ve bu tutku, onun fiziğin sınırlarını aşmasına neden oldu. Çoğunuzun da bildiği gibi Hintli mistik ve Bilge Krishnamurti ile yaklaşık 20 sene süren bir diyalog gerçekleştirdi. Ayrıca Dalai Lama gibi birçok ruhani liderle yoğun diyalogları vardır. Bohm, modern fiziğe, spiritüel öğretilerle uyumlu olan teorik bir anlayış getirdi. Bu anlayış oldukça zengin ve karmaşıktır. Bugün yapacağım şey, onun bu anlayışını ana hatlarıyla size aktarmak olacak.
David Bohm’a göre, gerçeğin ana doğası, onun ‘holo hareketi’ olarak adlandırdığı bir şeydi. Holo, ‘holografik gibi’ anlamında, ‘hareket’ ise dinamizmi ve işleyişi anlatıyor. Onun kelimeleri ile anlatacak olursak, gerçeğin doğası, sürekli akan bir hareketin içindeki kırılmaz bir bütünlüktür ve dinamik bir akışın içinde her şey birbiriyle bağlantılıdır. ‘Holo hareketindeki’ holo, holografik yapıya işaret eder. Anlamı ise, akışın her parçasının bir şekilde bütün akışla bağlantılı olduğudur. Bununla ilgili örneklere göz atacağız. ‘Holo hareketinin’ hareket bölümü ise, bütün akışın sürekli bir değişim sürecinde olduğunu gösterir. Bohm, bu teoriyi kuantum fiziğini yeniden yorumlayarak geliştirmiştir.
Bohm, Schrödinger denklemi ile işe başladı. Bu denklem, quantum teorisinin merkezini oluşturur. Sonra bunu matematiksel olarak iki parçaya böldü. İlk parça temel olarak klasik Newton fiziğinin yeni bir özeti niteliğindeydi. 2. parça ise, dalga benzeri bir bilgi alanıydı. Schrödinger denklemi, elektron hareketi için bir denklemdir ve örneğin, elektron nasıl davranır ve elektronun doğası nedir gibi sorulara önemli iç görüler sunar. Bohm, elektronun sıradan klasik bir partikül gibi davrandığını öne sürdü. Bu görüş, Neils Bohr’un teorisi ve Kopenhag okulunun yorumlarıyla çelişir. Bohm’un dediği, elektronun bir partikül gibi davrandığı fakat bunu yaparken tüm evrenin bilgisine erişim sağladığı yönündeydi.
Bu bölüm tabii ki birçok fizikçinin kabullenmekte zorluk çektiği bir bölümdür çünkü elektron, bütün evrenin bilincine sahip olarak hareket etmektedir. Bu bilinci, tam olarak bu ikinci terim açıklar. Bohm, bunu ‘kuantum potansiyeli‘ olarak adlandırdı. ‘Kuantum potansiyeli’, elektronun, fiziksel evren hakkındaki bilgiye erişmesini sağlayan dalgamsı bilgi alanıdır. Bohm, kuantum potansiyelinin etkisini, bu dalga benzeri formun büyüklüğüne göre değil, sadece formuna göre açıklamayı başarmıştır. Bu etki, büyüklüğe bağlı olmadığı için, mesafe kavramından bağımsızdır, dolayısıyla mekandaki her nokta elektronun bilincine katkı sağlamaktadır.
Elektronun özü, bir nevi ‘yönlendirilen’ bir partiküldür. Gerçekte, Bohm okyanusun üzerinde uçan bir Boeing 747’nin analojisini (benzetme) kullandı. Uçak, radyo dalgalarıyla yönlendirilir. Radyo dalgaları, uçağın seyrini ve seyrindeki değişimleri etkileyecek enerjiye sahip değildir fakat uçağa gerekli bilgiyi sağlar, sonra uçak radyo dalgalarından gelen bilgiye göre rotasını ayarlar. Bu yüzden, fiziksel anlamda radyo dalgaları uçaktan daha az enerjiye sahiptir. Fakat içerdikleri bilgi, uçağın kendi enerjisini yönlendirmesi hususunda rehberlik eder. Bohm’un elektron teorisinin temelindeki anlayış da budur.
Bohm sonrasında bahsettiğim ‘holo hareketinin’ iki parçadan oluştuğunu açıkladı – görünür düzen ve gizli düzen. Bu ikisinin arasındaki ayrımı, Bohm’un kendi verdiği örnekle açıklayacağım.
Gliserin gibi yoğun ve saydam bir sıvıyla dolu bir kavanoz düşünün. Kavanozun ortasında kulplu, silindir bir çubuk var ve çubuğu istediğiniz gibi çevirebilirsiniz. Gliserinin içine bir damla mürekkep damlatabilirsiniz ve mürekkep döktüğünüz gibi sabit kalır. Fakat silindiri çevirdiğinizde, mürekkep de yayılmaya başlar. Çevirmeye devam ederseniz, mürekkep bu yayılmayla birlikte daha ince ve güzel çizgiler oluşturmaya başlar. En sonunda, bu şekilde devam ettiğinizde, mürekkep tamamen yok olur, onu göremezsiniz.
Bu noktada, damlanın başlangıçta tamamen rastgele ve kaotik bir düzende konulduğunu ve gliserinle de tamamen rastgele bir şekilde karıştırıldığını söylemek gerekir. Fakat eğer rotasyonu değiştirirsek, ince ve uzun çizgiler halinde mürekkebi yeniden görmeye başlarız. Çevirmeye devam ettikçe, mürekkep kalınlaşarak daha da belirgin hale gelmeye başlar ve kendini yeniler.
Bu, Bohm’un mekanik metaforudur. Bu metaforun bize söylediği şudur: rastgele görünen şey içinde gizli bir düzen barındırır ve epistemolojik ağın yeterince geniş ve iyi değilse, bu gizli düzen gözünden kaçabilir. Bohm bu düzeni, ‘gizli’ düzen olarak adlandırır çünkü mürekkep her ne kadar görünmez hale gelse de, hala oradadır. Veya bunu şu şekilde de söyleyebiliriz: mürekkep farklı bir forma bürünür fakat yok olmaz. Sonra, kapalı formdan açık forma geçilir ve mürekkep yeniden ortaya çıkar.
Mürekkep kaybolduğunda, Bohm gliserinin onu sarıp sarmaladığını söyler; yeniden görünür olduğunda ise, sarmallar açılır. Gizli ve görünür düzen arasındaki ilişki oldukça komplekstir. Kısaca, görünür düzen, bir tezahür alanıdır: yaşadığımız zamanı ve mekanı tanımlar. Gizli düzen ise, görünmeyen ve henüz tezahür etmemiş bir alanı temsil eder.
Belki, görünür düzeni, birincil gerçeklik, gizli düzeni ise ikincil gerçeklik olarak adlandırabiliriz. Fakat Bohm için bunun tam tersi doğrudur. Ona göre, ana gerçeklik gizlidir ve görünen düzen ise, gizli düzenin yüzeydeki dalgalarıdır. Bu yüzden, görebildiğimiz, hissedebildiğimiz ve dokunabildiğimiz her şey, gizli düzenin devasa okyanusundan gelen ‘gerçeğin’ yüzeydeki dalgalarıdır.
Bohm’un vurguladığı başka bir nokta, boş mekanın, bütünlüğün – bu kırılmaz akış hareketinin – bir parçası olduğuydu. Boş mekan, sadece içinde maddenin hareket ettiği dev bir vakum değildir, aslında mekan ve madde birbiriyle yakından bağlantılıdır. Bu yaklaşım, boş mekanın var oluşunu yeniden değerlendirmemize yol açtı. Bohm, boş mekanın her santimetre küpünü gösteren hesaplamalar yaptı; bu hesaplamalara göre, boş mekanın her santimetre küpü, potansiyel olarak, evrende tezahür eden tüm enerjiden daha fazla bir enerjiye sahipti. Onun dediğine göre, boşluk aslında doludur.
Şimdi biraz da holografik yapıyla ilgili somut örnekler vermek istiyorum. Bunun içinse, kaos teorisinden ve fraktal (kesirli) geometriden örnekler vereceğim.
Bu örnek, Mandelbrot Kümesi olarak bilinir. Burada söyleyeceklerim çoğunuz için yeni değil ve astrologlar olarak bunları siz sezgisel olarak zaten biliyorsunuz. Bugünkü sunumumun ana teması, size bilimdeki bazı gelişmelerin nasıl bizi ‘paralel’ bir anlayışa götürdüğüdür.
Mandelbrot Kümesi, Fransız matematikçi Benoit Mandelbrot’un ikinci derece kompleks değişkenli polinomların dinamiklerini açıklamak için geliştirdiği ve incelediği kümedir. Bu küme, doğrusal olmayan bir şekilde tekrarlanan işlemlerle üretilir. Bu süreç kendi içinde inanılmaz derecede basittir. Temel olarak, bir sayıyla başlarsınız, bu sayının karesini alırsınız, sonra bu sayıya sabit bir sayı eklersiniz. Elde ettiğiniz yeni sayının tekrar karesini alırsınız, buna sabit bir sayı eklersiniz ve üçüncü bir sayı elde edersiniz. Bu işlemi sürekli tekrar edersiniz. Eğer bu dizilim, sınırlı kalırsa, yani sonsuzluğa gitmezse, o zaman başladığınız nokta bir Mandelbrot Kümesi oluşturur. Bu, siyah bir alandır. Eğer dizilim sınırsız olursa, bu kümenin dışında beyaz bir alandır. Matematikten çok anlamasanız bile sorun yok. Size anlatmak istediğim şeyin temelini anlamak için matematiğinizin iyi olması gerekmiyor.
Mandelbrot Kümesine, yapısını daha yakından görmek için bakalım. Kümenin içine daldıkça, oldukça düzenli bir yapının olduğunu ve bazı desenlerin veya kalıpların farklı ölçeklerde tekrar ettiğini görürüz. Kümede ayrıca bazı parlayan küçük noktalar vardır. Bu noktalardan birisinin merkezini mercek altına alırsak, burada orijinal figürün olduğunu görürüz. Temel olarak, aynı yapı, bir milyar kere küçültülmüş bir noktada kopyalanmıştır. Matematik’te, buna birbirine benzer yapılar denir. Simya ilminde ve astrolojide ise buna, ‘yukarıda nasılsa aşağıda öyle’ diyoruz.
Bir bakıma bilim artık bilgelikle dolu bazı kadim öğretileri keşfetmeye başladı. Bahsettiğim bu kümeye dönersek, hatırlarsak bir milyar küçük noktada ‘bütün yapıya’ benzer desenler görmüştük fakat daha derinlemesine incelersek, bunların tıpatıp aynı olmadıklarını görürüz. Ayrıca bu yapının diğer bölümlerinde de küçük Mandelbrot Kümeleri mevcuttur. Gerçekte, sınırsız bir sayıdan bahsedilebilir çünkü her bir parçanın içinde milyarlarca desen vardır.
Burada simyanın ana fikrini oluşturan ‘yukarıda nasılsa aşağıda öyle’ ifadesine denk gelen bir kanıtla karşı karşıyayız. Dahası, bu kanıt, indirgemeciliğin (redüksiyonizm) varoluşsal çöküşü anlamına geliyor. ‘İndirgemecilik’, basit anlamda geleneksel bilimde uzunca bir süre geçerliliğini koruyan bir akım. Eğer karmaşık bir sistemi anlamak istiyorsak, bunu basitleştirmek için parçalara böleriz. Fakat benim verdiğim örnekte gördük ki, bütünü parçalara böldüğümüzde, her bir parça, ‘orijinal bütün’ kadar karmaşık. Bu çok farklı bir anlayış getiriyor. Sanırım şimdi her parçanın bünyesinde ‘bütünü’ barındırdığı fikrini çok daha iyi anlayabiliriz. Mikrokozmos, makrokozmosun tüm unsurlarını içinde taşır. Şunu da belirtmek isterim, her parça bütünü taşıyor evet, fakat bunu tezahür seviyesinde değil işleyiş seviyesinde yapıyor.Küçük Mandelbrot noktası, fiziksel anlamda bütünü içinde taşımıyorçünkü bunun için çok küçük. Fakat işleyiş seviyesinde ele alırsak, neredeyse aynılar.
Peki tüm bunların anlamı nedir veya daha net sorarsak, tüm bunların astroloji için anlamı nedir? Konuşmamın başlangıcında size bunun bir meditasyon olduğunu söylemiştim ama bu meditasyon yaratıcı ve metaforik bir düşünme tarzı gerektiriyor. Sizi Mandelbrot Kümesini bir çeşit kozmos modeli olarak düşünmeye davet ediyorum. Mesela bu kümeyi bir insan olarak düşünelim. Eğer kişi kendi içine döner ve kendi varoluşunun doğası üzerine tefekkür ederse, varoluşunun nasıl işlediğine dair temel bir bilinç kazanabilir. Bu bilinci kazandıktan sonra ise, bütün evrenin işleyişini anlayabilir çünkü ikisi de aynı düzene sahiptir.
Tantrik Budistlerin dediği gibi, “İnsan bedenini derinlemesine anlarsak, tüm evreni anlayabiliriz.” Bu Budistler, fiziksel bir bilinçlenmeden çok, enerjik seviyedeki bir bilinçten bahsediyorlar. Bu durumda, bu bilinçlenme, gizli düzen olarak da adlandıracağımı, Mandelbrot’un basit denklemiyle temsil ediliyor.
Şimdiye kadar incelediğimiz Mandelbrot Kümeleri, statik yapılardı. Bunlar sabit ve değişmez matematiksel yapılardır. Şimdi bu yapıların ve bunların ardındaki işleyişin zaman içinde evrimleştiğini hayal edelim. Bu işleyişin – gizli düzenin – zaman içinde değiştiğini dolayısıyla Mandelbrot yapısının da – görünür düzenin – zamanla değiştiğini düşünelim. Bunun ana fikri şu şekilde: bu tezahürün altında yatan işleyiş geliştikçe, bütün yapı, bir nevi dinamik bir oranda gelişir. Minik noktalar içindeki Mandelbrot’lar evrimi, doğrudan tüm makrokozmosun evrimi ile bağlantılıdır. Bu yolla, makrokozmosun evrimi ve makrokozmosun bir parçası olarak bir insanın evrimi ile gezegenlerin hareketleri arasındaki bağlantıyı daha iyi anlamaya başlayabiliriz.
Bu yaklaşım bizi astrolojinin nasıl işlediği konusunda metaforik bir anlayışa götürür çünkü astroloji mekanik bir işleyişe sahip değildir. Bunu anlamak oldukça önemli. Beyniniz Pluto’nun gönderdiği ışınları alan bir radyo alıcısı gibi davrandığı için, gidip Pluto’ya özgü işler çevirmezsiniz. Pluto, tabii ki fiziksel anlamda içinizde değildir, fakat Pluto’da hüküm süren işleyişin aynısı sizin de içinizdedir. Gerçek anlamda, Pluto hem sizin içinizde hem de benim içimde barınır ama bu durum, tezahür seviyesinde değil işleyiş seviyesindedir.
Ayrıca astrolojinin holografik bir yapısı vardır. Birkaç örnek vermek istiyorum. Mesela, dışsal üç gezegen, kişisel gezegenlerin ‘yüksek oktavı’ kabul edilir: Neptün Venüs’ün, Pluto Mars’ın yüksek oktavıdır. Bir dereceye kadar bu doğru olsa da, bunu kesin bir gerçek olarak kabul etmek istemem fakat bu eşleştirme, daha önce bahsettiğim farklı ölçeklerde ‘birbirine benzer yapıların’ ilişkisini yansıtır.
Benzer olarak, progresyonlara (ilerletmelere) baktığımızda, bütün bir sene Güneş’in bir günlük hareketiyle temsil edilir. Zamanın fraktal (kesirli) yapısını gösteren bir yol vardır: David Bohm, zamanda her dakikanın tüm geçmiş ve gelecek zamanı kapsadığını söylemişti. Zaman, sadece görünür düzene özgü, durmadan akan bir kavram değildir. Zaman daha çok, geçmiş ve geleceğe dair ‘derin’ içeriğin bir dizi olaylarla, yani sırayla kendisini açığa çıkardığı bir çeşit görünür düzendir. Dahası, zamanın, tezahür düzlemini aşan, Bohm’un sonsuz düzen olarak adlandırdığı gizli bir düzeni vardır. Astrolojide arketipleri, bir çeşit gizli düzen olarak görebiliriz ve bu arketipler ‘görünür’ olduğunda, olaylar da (tezahür seviyesi) baş göstermeye başlar. Fakat arketipleri de aşan ve aslında onları yöneten süper-gizli bir düzen olabilir. Süper-gizli düzen fikrini de Bohm geliştirmiştir ki bundan birazdan bahsedeceğim.
Astrolojideki holografik yapılara bir diğer örnek de şudur: Gezegenlerin burç konularına bakarak bir doğum haritasını yorumlayabilirsiniz. Burçlar, bütün kozmosa işaret eder ve evreni on iki bölüme ayırır. Diğer yandan, sırf açılara ve orta noktalara bakarak da bir doğum haritasını yorumlayabilirsiniz. Bu durumda ise, sadece Güneş sistemi içindeki alana odaklanırsınız. Burçları göz ardı etseniz bile, yorumunuz kesin ve doğru olabilir. Dolayısıyla, farklı seviyeler aynı bilgiyi barındırmaktadır; bir şekilde bilgi, Güneş sistemi seviyesinde ve kozmik seviyede kopyalanmıştır.
David Bohm’un çalışmasıyla ilgili bahsetmek istediğim son bir şey var. Bohm, üç bölümlü ontoloji (varlıkbilim) olarak adlandırılan bir fikir geliştirdi. Ona göre, gerçeklik, madde, enerji ve anlamdan oluşur. Geleneksel fizik, evrenin madde ve enerjiden oluştuğunu söyler ve Einstein bunu E = mc2 denklemiyle gösterdi. Fakat Bohm, anlamın da madde ve enerji kadar ‘varoluşsal’ bir öneme sahip olduğunu belirtti. Bohm’ un kendi cümleleriyle aktaralım: “Enerji, maddeyi ve anlamı içinde barındırır, madde ise enerji ve anlamı içinde barındırır.” (İçinde barındırmak ifadesini duyduğumuzda, gliserinin içinde kaybolan mürekkep damlalarını düşünelim). “Aynı zamanda anlam, hem maddeyi hem de enerjiyi içinde barındırır. Dolayısıyla, bunların her biri, diğer ikisini içinde barındırır.”
Burada Bohm, maddenin, enerjinin ve anlamın iç içe geçtiğini öne sürer. Şöyle devam eder: “Anlam bizim gerçekliğimizin esas ve ayrılmaz bir parçasıdır ve sanılanın aksine, anlamın, sadece zihnimizde veya günlük yaşamda kendisini gösteren soyut veya uhrevi bir varoluşu yoktur. Anlam başlı başına var olmaktır. Diğer bir deyişle, biz anlamlarımızın toplamıyız.” Bohm için, gerçeğin doğası, maddenin, enerjinin ve anlamın iç içe geçmesidir. Madde-enerji alanı, görünür düzendir ya da tezahür düzlemidir. Anlam alanı ise, gizli düzendir.
Bitirmeden önce, geleceğin bilimiyle ilgili vizyonumu aktarmak istiyorum. Öncelikle, bilim nedir sorusuyla başlayalım. Bilim, bir çeşit kalıp/model tanımlamasıdır ve mutlak geçerliliği olan, zorunlu şartlara ihtiyaç duyan bir düzendir. Maddesel dünyada, temel bir düzen vardır ve geleneksel bilim de, maddenin ve enerjinin düzeni ile ilgili yapılan çalışmalar sonucu oluşmuştur.
Aynı şekilde anlamda da bir düzen vardır. Anlam, rastgele değil düzenlidir. Buna verilecek birçok örnek var. Mesela Mozart’ın ve Salieri’nin müziğindeki deha ve güzellik gerçektir fakat bu gerçek laboratuar ortamında ölçülemez. Astroloji, ‘anlamdaki düzenin’ bilimidir ve bu anlam fiziksel boyutla (zaman/mekan) iç içe geçmiştir. I Ching, Tarot gibi tüm ezoterik bilimler, anlamdaki düzenin bilimleridir. Temelde hepsi gizli düzenin modelleridir. Fakat astrolojiyi daha da anlamlı kılan şey, onun gezegenler ve yıldızlarla olan bağlantısı nedeniyle, fiziksel evren (zaman/mekan) ile anlamın ‘görünmez’ alanları arasındaki yakın ilişkiyegerçek bir model oluşturmasıdır.
Peki geleceğin bilimiyle ilgili ne mi öngörüyorum? Benim öngörüm, gizli ve geleneksel bilimlerin gelecekte büyük bir sentez oluşturacağı yönünde. Bugünkü bilim, sadece görünür düzenle sınırlı kaldığından ‘kısmi’ bilim olarak nitelendirilebilir. Geleneksel bilim, sadece ‘görünen’ dalgalara odaklandığından, gerçeği tüm yönleriyle göremez. Astroloji, gizli bir düzen bilimi olarak, fiziksel bilimlerle çelişemez, hatta astroloji ve fizik ‘bütün gerçekliğin’ iki yönünü temsil eder. Bu anlayış ileride dünyevi ve kutsal bilimleri büyük bir sentezde buluşturabilir ve şimdikinden çok daha kapsamlı bir bilimsel anlayışa sahip olabiliriz…
Teşekkür ederim…
Türkçesi: Gözde Kara
William Keepin ( Ph.D.) Satyana Enstitüsü’nün başkanıdır. Birçok ülkede kadın-erkek ilişkilerini iyileştirmeye yönelik ‘uzlaştırma’ programları düzenlemiştir. Bununla ilgili çalışmaları, Divine Duality kitabında yer almaktadır. Bir matematiksel fizikçi olarak, nükleer bilim politikalarını ifşa etmeyi kendine görev edinmiş ve küresel ısınmayla ilgili araştırmaları, uluslararası çevre politikasını oldukça etkilemiştir. Aynı zamanda, Women Healing Women (2009) kitabının ortak yazarı ve Song of Earth: The Emerging Synthesis of Scientific and Spirituel Worldviews (2009) kitabının ortak editörüdür. 20 senedir astrolojik danışmanlık vermektedir.
will@satyana.org
Kaynakça:
- Ronald Laurence Byrnes,The Physical Basis of Astrology: The Influence of Gravitational Field Potential ,1994
- Percy Seymour, The Scientific Basis of Astrology, 1992